Ne zamandır farkında mısınız, hayatın ritmi değişti.
Eskiden bir gün 24 saatti, şimdi sanki 12’ye düştü. Zaman akıyor ama biz hep geride kalıyoruz. Bir işi bitirmeden diğerine koşuyoruz, bitmeyen listeler, yetişmeyen toplantılar, açılmayan mesajlar, yapılmayan planlar... Sonra gece oluyor, kafamızı yastığa koyduğumuzda o tanıdık düşünce beliriyor: “Bugün de kendime zaman ayıramadım.”
Modern çağın en büyük yanılgısı, hızla mutluluğu karıştırmamız oldu. Ne kadar hızlı yaşarsak, o kadar başarılı olacağımıza inandırıldık. Daha çok çalışmak, daha erken uyanmak, daha fazla üretmek, daha çok paylaşmak...
“Daha” kelimesi bizi büyüledi ama içimizi boşalttı. Gün içinde yüzlerce bilgiye, görüntüye, sese maruz kalıyoruz ama bir tebessümü, bir sessizliği, bir derin nefesi yaşamayı unutuyoruz. Oysa yavaşlamak tembellik değildir. Yavaşlamak, fark etmektir.
Bir fincan çayın buharında kendini bulmaktır, sabah yürüyüşünde güneşin sesini duymaktır.
Eskiden insanlar vakti ölçmezdi, yaşardı. Güneş doğar, akşam olurdu. Kimse saate bakmaz, gökyüzüne bakardı. Şimdi ekranlardan düşmeyen saatlerimiz var ama kalbimizin ritmini duyamıyoruz. Belki de bu yüzden, herkes yorgun.
Bazen durmak gerekir; çünkü bazı güzellikler ancak durduğunda görünür. Gecenin sessizliğinde, sabahın serinliğinde, kalbinin en kuytu köşesinde...